You’ve Got The Wrong House, Villain - 3.Bölüm
“Bu imkânsız, bu yetkiyi nerden aldın?”
“Tabii ki kendi yetkimle.”
Kırık bir cam parçası misali keskin bir gülümseme peydahlandı yüzünde. Adamın gözbebekleri dehşetengiz bir parıltıyla mavi bir ışıltı yansıttı.
“Bölgemde bu tür iğrenç şeyleri görmeye katlanamıyorum.”
Kısa bir süre sonra, araştırma enstitüsünde şiddetli kırmızı bir fırtına esmeye başladı. Adam laboratuvarda çalışan herkesi katletti. Katliam tek taraflıydı, hepsini kendi başına yaptığına inanmak zordu. Kaosun ortasında deney fareleri kaçışıyordu.
O sırada ben de enstitüden kaçan deneklerden biriydim. Adam bizi umursamıyordu.
O gün, karanlıklar şehri Carnot’un el değiştirdiğini açıklayan büyük bir duyuru yapıldı. Yeni kralın adı Lakis’ti.
Kendisi aynı zamanda bu dünyanın bir roman dünyası olduğunu ve benim de içinde bulunduğumu fark etmemi sağlayan kişiydi.
Sarışın adam enstitüdeki insanları katlederken, ben arkama bile bakmadan kaçıp karanlıklarda saklandım. Enkaz parçalarından dolayı kazandığım gizemli güce rağmen ona zarar verebileceğimi sanmıyordum. Ona canavardan başka bir şey denemezdi.
Daha sonra adamın adını öğrendim çünkü o akşam Carnot’un kralının değiştiği haberi tüm şehri silip süpürdü.
İçinde bulunduğum Araştırma Enstitüsü.
Kalıntılardan ortaya çıkan gizemli güç.
Şu anda kendi ayaklarımla üstünde dikildiğim arazinin adı.
Ve bu yerin yeni lideri olan adamın adı, artı gördüğüm görünüşü.
O anda, etrafa dağılmış olan bulmacanın parçaları tek parça haline gelip birleştiler. Bu birazcık da beklenmedik bir sonuçtu, ama sonunda tamamlanmış olan bulmacadan anlayabildiğim kadarıyla bu bir romandı. Bitmek bilmeyen bir huzura sahip olduğum önceki hayatımda, küçük bir hobim vardı; kitap okumak.
Bunların arasında hatırladığım kadarıyla, ölmeden önce okuduğum son romanın da bu tür bir içeriğe sahip olduğuydu. Bu, önceki hayatımdan bir şey olduğu için çok uzun zaman önce gibi gözüküyordu, ancak enstitüde geçirdiğim çeşitli deneyler nedeniyle hafızam eskisinden çok daha iyiydi.
Bu nedenle, uzun zaman önce olmasına rağmen iyice hatırlayabiliyordum. Romanın adı “Çiçekler Zinciri” idi ve tam olarak ne bir aşk romanı ne de gerilim romanı olarak sınıflandırılabilirdi. Okuyucular tarafından “çiçekten zincir” denilirdi ve kanlı olan aşk ve savaşlardan ötürü ‘romantik-gerilim’ kategorisindeydi.
Kitabın adından anlaşılacağı üzere, ana kadın karakteri en iyi tanımlayabilecek cümle, bir serada özenle yetiştirilmiş çiçek buketi kadar güzel olduğunu söylemek olurdu.
Kahramanın adı “Anne Marie Blanche” idi ve hatırladığım kadarıyla yeni aristokrat olmuş zengin bir babanın kızıydı.
Fakat babası denizde bir gemi kazasında öldükten sonra, Anne Marie’ nin evi tam bir harabe haline gelmişti. Küçük kız kardeşiyle tek başına kalan kahraman, başlangıçta umutsuzluğa kapılmış, ancak yine de sağlam bir şekilde kendi ayakları üzerinde durmaya başlamıştı.
Kahraman her zaman nazik ve neşeliydi ve etrafındaki insanlar bu özellikleri karşısında çaresiz bir şekilde büyülenirlerdi. Bir kadın kahramanın cazibesi tek bir cinsiyeti etkilemekle kalmazdı. Daha sonra, kendisine âşık olan ve onunla sonsuz aşk yemini eden harika erkeklerden birini başrol olarak bile seçmişti.
Başka bir deyişle “Çiçekler Zinciri” romanı, yalnızlığına ve üzüntüsüne rağmen cesurca ağlamadan zorluklara göğüs geren, en sonunda da zenginlik, sevgi ve şöhret kazanan bir kadın kahraman hakkındaydı…
Bir dakika, şöhret kısmından pek emin değilim ama her neyse, mutlu sonla biten bir romandı. Gelgelelim romanın türüne… Türünün ‘romantik gerilim’ olması boşu boşuna olamazdı değil mi?
Çiçeğin kokusuna çekilen arılar arasında yaban arısına benzeyen bir adam vardı. Ve bu kişi, kadın kahramanın hayatındaki yıkımın ana nedeni olacağını söyleyebileceğimiz yardımcı kötü adam Lakis Avalon’dan başkası değildi.
Evet. O, araştırma enstitüsünde aniden ortaya çıkan ve enstitüyü yerle bir eden adamdan başkası değildi.
Adamı tanımlayabilecek en iyi şey, kahramanımızın elini kolunu bağlayabilecek bir zincir olduğuydu.
Tabii ki Lakis dışında kahraman Anne Marie’ye âşık olan ve çarpık bir şekilde sahiplenme arzusuyla yanan birkaç erkek karakter daha vardı. Ancak, hiçbiri Lakis’inki kadar yoğun bir takıntıya ya da delilikle körüklenen ateşten bir arzuya sahip değildi.
Kadın kahraman ile yardımcı kötü adam arasındaki ilk karşılaşma, eğer dramatik bir isim vermek istenirse, bu karşılaşmaya klişe denebilirdi.
Romanın başında Lakis, yeraltı dünyasının kralı olarak hüküm süren bir adamdı, güvendiği bir yardımcısı tarafından ihanete uğrayıp ölümcül bir darbe alarak tahtından edilirdi. Bunun gibi, ücra bir sokağa girdiğinde bayılır ama düştüğü yer, tabii ki de kadın kahraman Anne Marie’nin evinin önünden başka bir yer olamazdı.
O sıralarda Anne Marie, evi yıkıldıktan sonra borç tahsildarlarından kaçmıştı ve küçük kız kardeşiyle birlikte ailesinden kalan şeyleri satarak elde ettiği parayla tuttuğu perişan bir evde yaşıyordu.
Zor şartlara rağmen, iyi kahraman bu tanımadığı adamın bedenini evin önünden alıp içtenlikle evinde ona bakmaya başladı. Lakis, bu şekilde Anne Marie ile birlikte yaşamaya başladı ve Anne Marie’ye karşı ilgi duymaya başladı. Elbette aşk romanlarının kanununa göre bu ilgi kısa sürede aşka dönüştü.
Daha sonra Lakis, Anne Marie’ye ürkütücü derecede takıntılı hale geldi ve çarpıklaşmış sevgisini ona döktü. Anne Marie’ye en küçük bir zarar verebilecek herhangi birinin yaşamasına dahi izin vermiyordu.
Gel gelelim, Lakis’in standartları o kadar sertti ki, yeraltı dünyasının kralı bakış açısından onu “çok cüretkâr” olarak adlandırmak yerinde olurdu. Sonuçta, onun elinde ölen insanlar arasında Anne Marie’nin sevdiği bazıları da vardı ve bu Anne Marie’nin hayatını mahvetmişti. Okurlar arasında oldukça popüler olan yardımcı karakterlerden biri bile Lakis’in ellerinde can vermişti.
Sevdiğim yardımcı karakterin öldüğü sahneyi okuduğumda şoka uğramıştım. Ah benim canım favori karakterim…
Uzun bir süre sonra geçmişimi ilk kez düşündüğümden boğazıma bir şey oturduğunu hissettim. Laboratuvarda deneyler sırasında insani duygularımın çoğunu kaybettiğimi sanıyordum ama ölen en sevdiğim karakteri hatırladığımda canımın yandığını hissettim.
Her halükârda, romandaki Lakis korkunç bir piçti. Romanın sonunda kadın kahramanın onu kurtardığı için duyduğu pişmanlığının yeterince kötü olup olmadığını merak ediyordum.
Çeşitli koşullara dikkatlice baktığımda, hepsi enstitüde gördüğüm adamın romanın takıntılı yardımcı kötüsü olduğunu fark ettirdi.
Tabii ki bunu gerçekçi bir şekilde düşündüğümde, bir romanın dünyası içinde olmak, benim için çok da bir anlam içermiyordu.
Yine de benim adıma mantıklı gelmese de önceki hayatıma dair anılarım vardı ve kalıntılardan kazandığım doğaüstü güçlerim olduğuna inanmak çok çok daha zordu. Tabii ki, bu dünyanın okuduğum romanla alakasız olabileceğini de unutmamam gerekiyordu.
Her halükârda, Lakis Avalon olduğunu düşündüğüm adam, kitabı okurken hayal ettiğimden çok daha fazla korkutucu görünüyordu. Romanda ilk gördüğümden çok daha genç gözüküyordu ve bu kadar gençken bile çok acımasızdı.
Eğer bu doğru roman dünyası ise, Lakis’ in yeraltı dünyasının kralı olmasına daha birkaç yıl vardı, yani roman başlamadan öncesindeydik. Her şeye rağmen hafızam ne kadar güçlense de karakterler hakkında hatırlamakta güçlük çektiğim bazı ufak detaylar vardı. Bunun sebebi bu kısımlar ile çok ilgilenmemiş olmam olabilir.
Araştırma enstitüsündeki görünüşünden, en azından Lakis’in orayı pek sevmediğini anlamıştım…
Belki de Lakis buradan o kadar çok nefret ediyordu ki, kral olur olmaz kapatmaya geldiği ilk yer burasıydı..?
Bundan dolayı, Lakis olarak bilinen ateş topu, enstitüyü yerle bir ettikten sonra büyük ihtimal öldürmek için deneklerin peşine düşmüştü ve sıra beni öldürmeye gelmişti. Sessizce nefesimi tuttum ve yapacağı hareketleri izledim. Belki de hayatta kalan diğer test deneklerine de aynısını yapmıştı.
Etrafta dolaşan haberleri dinledim ve Lakis’in yeraltının eski kralını öldürdükten sonra diğer tüm meydan okuyanları da öldürdüğünü ve herkesin beklediğinden daha hızlı bir nesil değişimi gerçekleştirdiğini duydum. Sonra Carnot içindeki ve dışındaki kuvvetlerini organize etmekle meşguldü. Anladığım kadarıyla, Lakis’in kaçak denekleri avlamak ve öldürmek gibi bir isteği yoktu.
Ve böylece, araştırma enstitüsüne girdikten altı yıl sonra özgürlüğümü geri kazanmıştım. Şimdi, nereye gidersem gideyim yolumu kesebilecek kimse yoktu. Ve eskisinin aksine, kendimi korumaya gücüm vardı, böylece artık kimse beni çocukken yaptıkları gibi tehdit edemezdi.
Carnot’tan ayrıldım ve başka bir yere taşındım. Bir müddet zaman geçti ve tüm hesaplamalarıma göre şimdi herkes gibi sıradan ve normal bir hayat sürüyordum.
Sonra, bir gün.
“Selam, ben yan tarafa bugün taşındım, yani gelip bir selam vereyim dedim. Ben Anne Marie.”
“…”
Kahramanımız yan binaya taşınmıştı.
***
Çeviri:Lucee