My Fiance is in Love with My Little Sister - 8.Bölüm
Ben bile sevdiğini kaybetme korkusunun nasıl bir duygu olduğunu biliyorum. Çünkü diğer herkesten ya da her şeyden daha çok, Soleil’i kaybetmekten yürekten bir korku duyuyordum. Benden nefret etmemesi için bu kadar çaba sarf etmemin nedeni buydu.
“B-bir yerde, hata mı yaptım?”
İstemsizce ağzımdan dökülen sözcükler, beklenmedik şekilde, ölüm sessizliğine bürünmüş odada yankılandı.
“Leydim”
Çocukluğumdan beri muhafız şövalyem olan adam, odanın köşesinden sesini yükseltti. Bana “madam” demek yerine, evlenmeden önceki gibi hitap etmeye devam eden tek kişi oydu. Nedenini bilmiyorum ama, ne kadar azarlanırsa azarlansın, bana böyle hitap etmekten hiç vazgeçmedi. Belki çocukluğumdan beri yanımda olduğu için beni yetişkin bir kadın olarak göremiyordu, ama içten içe Soleil’in karısı olmamı onaylamadığı fikrine saplanıp kalmıştım. Başka bir zaman olsaydı, onu bir gülümsemeyle savuşturabilirdim, ama şu anda bu imkansızdı. Çünkü şimdi gardımı indirirsem ağlamaya başlardım, gözyaşlarımı bastırmak için gözlerimi sıkıca yumdum.
Silvia’nın ağır hasta olduğunu bildiren haber geleli bir hafta olmuştu. Silvia’nın bir şekilde hayata tutunmayı başardığını duydum. Ancak, henüz stabil durumda değilmiş gibi gözüküyordu, şimdi bile sürekli gözlem altında kalması gerekiyordu. Sürekli yanında birinin kalacağını duymuştum.
Soleil Silvia’nın yanında kalmayı sürdürdü ve malikaneye geri dönmedi.
Bana gelince, şiddetli mide bulantısından dolayı, kafamı bile kaldıramayacak durumdaydım. Holde bayıldığımdan beri, yatağa hapsolmuştum. Kendimi çok yorarsam bebeği düşürme tehlikem olduğundan, doktor yataktan çıkmamamda ve iyice dinlenmemde ısrar etmişti. Acilen ailemin evine doğru yola çıkmam gerektiğini biliyordum fakat bu kadarını bile tek başıma yapamayacak bir durumdaydım. Sağlığım o kadar kötüydü. At arabasına binmeye kalksam, kesin midem ağzıma gelirdi. Öyle olsa bile, Silvia’ya öncelik vermiş olsaydım, normal bir abla olsaydım, muhtemelen kardeşimi görmeye gitmiş olurdum.İdeallerim bana aile olmanın, abla olmanın böyle bir şey olduğunu söylüyordu. Aklımdaki idealler bana bunu bildiriyordu.
Fakat, buna rağmen.
Günler geçtikçe, onunla karşılaşınca nasıl davranmam gerektiği hakkında endişelerim de arttı.
Hayata tutunduğunu öğrendiğimde daha da çok arttı. Bilincinin yerine geldiğini öğrendiğimde daha da çok arttı. Soleil’in kesinlikle onun yanında olduğunu düşündüğümde daha da çok arttı. Gitmem gerekiyordu. Nasıl bir tavır takınmam gerektiğini bilmeden, bunu düşünmeme rağmen, bacaklarım hareket etmeyi reddetti. Silvia’nın bilinci yerinde olmasaydı, nazik abla imajı sergileyerek onu ziyaret etmem tabii ki mümkün olabilirdi. Güçsüz elini tutup, hayatta kalması için dua edebilirdim. Muhtemelen tüm gerçek düşüncelerimi kalbime gömebilir ve takdire şayan bir abla rolü üstlenebilirdim. Ancak, bilinci yerine gelmiş Silvia’nın önünde, nasıl bir davranışta bulunacağımı tahmin edemiyorum.
Kesinlikle o çocuğu suçlayacaktım. Sözlerimi kendime saklasam bile, gözlerimle bunu ona iletecektim.
Niye hayattasın?
“Hey, buraya gelebilir misin?”
Kapının yanında duran muhafızı çağırdım. Önce biraz duraksadı, ama çok geçmeden, yatakla arasında çok mesafe kalmayacak kadar yaklaştı. Aslında, muhafız olsa bile, iki kişinin yatak odasında yalnız kalması olağan bir şey değildi. Ancak hane reisinin olmadığı şu zamanda, insanların çoğu dışarıdaydı, bu yüzden bunda kusur bulacak kimse yoktu.
“Senden bir isteğim olacaktı.”
“Buyurun, dinliyorum.”
“…elim, elimi tutabilir misin?”
“Ah, ama, şey … bu …”
Bana telaş içinde bakan muhafıza buruk bir şekilde gülümsedim.
“Evet, düşündüğüm gibi bu imkansız.”
Uzattığım elim gücünü kaybetti ve yatağın üstüne düştü. Parmak uçlarım ısısını kaybedip morarmaya başlamıştı. “Söyle, Al.”
“…evet?”
“Ben, ne kadar daha direnmeliyim?”
“Leydim”,
Gözlerimi yukarı çevirdiğimde, berrak mavi gözleri titredi. Altın rengi saçları ve yumuşak yüz hatları vardı. Beni koruyan tek kalkan oydu. Bir suçlu olarak tutuklandığım ilk hayatımda, muhafızım olduğundan suç ortağım olarak kabul edilmişti. Biriken suçlamalar hiçbir şekilde bir kadının kendi başına yapabileceği şeyler değildi. Doğal olarak. Zaten en başından, yanlış suçlamalardı. Bu zorlama ve mantıksız suçlamaların tutarlı gözükmesi için, namuslu ve suçsuz olan muhafızım tutuklanmıştı. Bana bunu bildiren kişi, adını bilmediğim bir gardiyandı. Bunu iyilik olsun diye yapmamıştı. Senin yüzünden, bir şövalye ölecek. Böyle bir cümleyi duyduğumu hatırlıyorum.
Bu yüzden, bu hayatta ne çok yakın ne de çok uzak olmayı önlemek için kasıtlı olarak ondan uzak durmaya çalıştım. Çünkü onu hayatıma bulaştırmak istemedim.
“Elimi tutmasan da olur, ama burada kalabilir misin?”
“Evet, tabii ki, leydim.”
Yere koyduğu diziyle, şimdi yatakla aynı yükseklikte olan muhafızım bana baktı. Berrak sulara benzeyen gözleri vardı. Ölüm sessizliğine bürünmüş odada, kesişen bakışlarımızın gıcırtıya benzer küçük bir ses çıkardığını hissettim.
“Leydim?”
“…Ne oldu?”
“Saçma bir sohbeti görmezden gelebilirim.”
“…Ne kötü bir kelime seçimi. Görmezden geleceğim demek, dinlemeyeceğim demekle aynı şey.” Acı şeyler görüyormuşum gibi, güldüm ve hafifçe bir kaşımı kaldırdım.
“Leydim isterse, ne zaman isterseniz elimi uzatırım. Gerçekten istiyorsanız.”
“Hmm…”
“Çünkü bu eller her zaman leydim için var olacak.”
Sözleri kulağa ne kadar nazik gelirse gelsin, sanki beni ezmek için, tükürürcesine söylenmiş sözler gibiydi ve bunun hiçbir zaman affedilemeyecek bir şey olduğunu gösteriyordu. Sadece el tutuşmak istediğimi söylememden farklıydı. Fark, kelimelerin ağırlığıydı. Demek ki, hakikaten, elini bana uzatacaktı.
Bu, kılıcını kavrayacağı ve şövalye olarak gururunu yok sayacağı anlamına geliyordu.
Şu an burada onun elini tutacak olsaydım, kaçmak muhtemelen zor olmayacaktı. Fakat kaçakların başına gelecek sıkıntıları hayal etmek zor değildi. Bir marki hanesinden düşman edinmek demek, yaşayacak hiçbir yerimiz kalmayacak demekti. Üstüne üstlük, karnımda varisi taşıdığım için, beni çıldırmışçasına takip edeceklerine şüphe yoktu. Ailenin mevkisi ve soyundan dolayı, tüm ülkenin peşimizde koşacağı belliydi. Böyle nazik bir insanı böyle bir hayata sürükleyemezdim. Şövalye olmak için çok çaba sarf etmiş biriydi. Hiç şüphesiz, marki hanesinin hanımı olmak için yetiştirilmiş olan benimle aynı durumdaydı. Buraya kadar gelmişken, sırf benim için her şeyi bir kenara atmasına izin veremezdim.
“Dinledim. Haklısın, gerçekten saçma bir sohbetti.”
“…”
Bunu söylediğimde, muhafız şövalyem zayıfça güldü. Evli birini kaçmaya ikna etmek, bu sözün kendisi bile bir suçtan sorumlu tutulmanıza yeterdi. Bu nedenle, elini uzatacağını söylediğinde, kesinlikle hatırı sayılır miktarda azim göstermişti. Bu yürekten azmi farkında olduğum için bu eli tutmayacağım. Ve bundan sonra, o eli asla istemeyeceğim.
Soleil’le tanıştığım anda, onun karısı olmaya karar verdim. Etrafımdakilerin benim için seçtiği yol buydu, ama ben hiçbir zaman bu yolu takip etmekte isteksiz olmamıştım. Duygudan yoksun politik evliliklerin alışılmış olduğu aristokrat sınıfında, Soleil’e karşı sevgi besleyebildiğim için, talihin yüzüme güldüğünü düşündüm. Çocukluğumdan beri rolümün ve görevlerimin ne olduğunu biliyordum, ama aynı zamanda bir hayalim vardı. Sevdiğim kişiyle yan yana yürüdüğüm bir gelecekte, hiçbir noksan olmayacağına inanmıştım. Onun da bana karşı duygularının oluşacağı gün gelene kadar, beklemek niyetindeydim.
Şimdi bile, muhtemelen hala o hayalin peşindeydim.
Umutlarım ne kadar suya düşerse düşsün, bir zamanlar yüreğimin derinliklerinde büyüyen mutlu bir gelecek hayali, orayı ne olursa olsun terk etmeyecekti. Bunun ne kadar aptalca olduğunu biliyorum.
“Bu yüzden, üzgünüm, Al.”
Karanlık beni, sanki yarı uyku halindeymişim gibi çevrelemişken bunu mırıldanmıştım. Sesimin ona ulaşıp ulaşmadığını bilmiyordum. Muhafız şövalyemden bir cevap gelmemişti.
Lütfen, azmini görmezden gelen ve buna saçma bir sohbet diyen aptal beni affet.
***
Sağlığım önemli ölçüde düzeldiğinden, sadece bir kez Silvia’yı ziyarete gittim. İşi için malikaneye dönen Soleil, benden onu görmemi istedi. Kesinlikle beni azarlayıp niye hâlâ onu ziyarete gitmediğimi sorar diye düşünüyordum, ama kuvvetsizce başımla onu onayladıktan sonra, konuşmamız başlamadan bitti.
Cevap verdikten sonra, konuşmanın tuhaflığını fark ettim. Olması gereken, benim abla olarak Soleil’den bunu rica etmemdi. Kocama ısrarla hastalıktan yatağa düşmüş kız kardeşime moral vermeye gitmek istediğimi söylemeliydim. Bu kesinlikle daha doğruydu. Söylemeseydiniz de giderdim deseydim ne kadar iyi olurdu. Ama bunu söyleyemedim. İzin verselerdi, yanına gitmek istemezdim. Nasıl bir yüz ifadesi, nasıl bir duruşla onu ziyaret etmek iyi olurdu? Bilmiyordum. Hiçbir şeyi idrak edemiyordum.
“Lütfen benimle gel.” Kelimeler ağzımda yankılanıp kayboldu.
… … Ve nihayetinde, anca Soleil benden gitmemi istedikten sonra, kız kardeşimi görmeye gittim.
Uzun zaman sonra tek başıma ziyaret ettiğim ailemin evi, sessizliğe gömülmüştü. Artık Silvia adlı tek ışık kaynağı parlaklığını yitirdiği için, konak ihtirastan mahrum kalmış gibiydi.
Silvia hâlâ yataktaydı ama annesi doğrulmasına yardım ederken, güldü ve ayağa kalkabilecek kadar iyileşmeye başladığını söyledi. Gözlerinin altında ve kenarlarında bakması acı veren kırmızımsı bir iz vardı. “Her nasılsa, konuşabilecek kadar iyileştim.” Yine de, bu sefer, uzun sürmeyecek, dedi bana titreyen sesiyle.
Kız kardeşimin odasına girdiğimde, uzaklaştırılamayacak bir ölümün gölgesinin yaklaştığını görebiliyordum. Eskisinden çok daha zayıf olan, güçlükle nefes alıyor gibi görünen küçük kız kardeşimin hali kalbimi delip geçti. Normalde de güzel bir yüzü olduğu için, ya da bir gölgeye bürünmüş gibi göründüğü için, hasta yatağında yatmasına rağmen hâlâ çok güzeldi.
“Abla, özür dilerim.”
Bana bakarak mırıldanan kız kardeşime, nasıl bir ses tonuyla cevap vermeliyim? Ölmek üzere olan küçük kız kardeşime hangi sözleri söylersem beni zalim biri gibi göstermeyeceğini düşünürken, hafifçe karnımı sıvazladım. Ona hamile olduğumu söylediğimde, işi için malikaneye dönen Soleil yalnızca gülümseyip “Öyle mi?” dedi. Yüzü gülümsüyor gibi gözükse de aslında herhangi bir histen yoksundu ve ses tonu soğuktu. Sevinmemişti. İnkar da etmiyordu. Sanki, astına görevini yerine getirdiği için onu takdir ettiğini bildiriyormuş gibiydi.
“Ben, Soleil-sama’yı seviyorum.”
Silvia, zayıflamaktan kurumuş dallara benzeyen ince parmaklarını göğsünün önünde kenetlemişti. Dua ediyormuş, tövbe ediyormuş gibiydi. Zayıflamış ve solmuş yanakları, son ışıltısını koruyor ve uzun bir gözyaşı yanaklarından süzülüyordu.
“Ben, yakında öleceğim.”
Bu yüzden, lütfen beni affet.
Silvia’nın hastalığına rağmen hala net olan sesini duyduktan sonra, aklımdan uygunsuz bir düşünce – ne zamandan beri ona “ağabey” demeyi bıraktı – geçti. İlaç kokusuyla karışmış, Soleil’in en sevdiği siyah çay yapraklarının kokusunun odada duyulduğunu fark ettim. Demek ki, kız kardeşimin genç kız hobileriyle kendisine özgü oda dekorasyonuna bakarak, bu kadar uzun bir zaman geçirmişti. O kaba Soleil’in burada zaman geçirdiğini düşünmek biraz gülünç geliyordu, ve ben onu bu rahatsız edici odada tutan kız kardeşimi kıskanıyordum.
“Abla, korkuyorum, yalnız kalmaktan korkuyorum. Yalnız ölmekten korkuyorum.”
Küçük kız kardeşimin sesi kulaklarımdan geçip gitti. Kalbimi bu kadar etkilemeyen başka bir cümle daha duymamıştım. Öleceğine karar verildiyse, ne yaparsan yap affedilecek misin? Yakında ölecek olanlar, ne olursa olsun affedilmeli mi?
Sonunda, kız kardeşime o tek bir kelimeyi söyleyemedim. Onu affetsem ya da affetmesem, ondan nefret etsem ya da kin tutsam bile, sadece bir kelime söylemem gerekiyordu. Yaşadığına sevindiğimi bile söyleyemedim.
O günün gecesi Soleil, bana Silvia’nın ağladığını söylemek için malikaneye geri döndü.
“Silvia’yı görmeye gittiğini duydum. Ne halt söyledin ona?”
Soğuk yüz ifadesine bakarken “hiçbir şey” dedim. Bulabildiğim tek kelime olmasının yanı sıra, gerçek buydu. Bunu duyduktan sonra, Soleil’in yüzü içten gelen hayal kırıklığını belli edecek şekilde ekşidi ve “yalan söyleme” dedi.
Yalan söyleme.
Şu ana kadar yaptığın şeyleri düşününce, sözlerine ufacık da olsa inanmıyorum. O yüzün ve sesinle, birçok insanın arkasından dolaplar çevirdin.
Bundan bıktım artık.
Zaten, o çocuk, benim çocuğum mu ki?
… … Öldürücü darbe bu cümle olsagerek. İnsanları, fiziksel olarak bedenlerini bıçaklamadan da öldürebilirsin. Çığlık atmak istedim, ama sonuçta, sesimi yükseltecek gücüm de kalmamıştı. Dünya renklerini kaybetmeye başladı. Kalbim sıkışmıştı.
Uyandığımda, bir kez daha, yatağıma geri dönmüştüm.
“Böyle devam ederse, madamın vücudu tehlikeye girecek. Şimdi, hâlâ zaman varken, çocuğunuzdan vazgeçmelisiniz.”
Yaşlı doktor, yalnızca kederli olarak tanımlanabilecek bir yüz ifadesiyle elimi tuttu. Ben farkına bile varmamıştım ama, elimi tutmaktan çekinmeyen tek kişi sadece ve sadece oydu.
“… Hayır, doktor bey.”
Eğer doğurabilme olasılığım varsa, o zaman çocuktan vazgeçmeyeceğim. Çünkü muhakkak Soleil’e benzeyen bir çocuk doğacaktı.
O çocuğu, masumiyetimi kanıtlamak için kullanacaktım.
Ah, anlıyorum. Soleil’in benden uzaklaşmasının nedeni bu muydu?
Birdenbire her şey anlam kazandı.
Her şey Soleil’in dediği gibiydi. Soleil’e olan sevgimi kanıtlamak için birçok kişiyi ezip geçmiştim. Hiçbir şey olmamış gibi rahat bir yüz ifadesiyle, umursamadan, kimi gördüysem ezip geçmiştim. Çünkü o zaman yapmam gereken şeyin bu olduğunu düşünüyordum. Çünkü aksi halde duygularımı korumak bile zor olurdu. Bu yolu takip etmek niyetindeydim.
… … Ve birkaç ay sonra, Soleil ile aynı saç rengine sahip bir çocuk doğurdum.
Fakat, göz rengini bilmiyordum. Büyük zorluklarla doğum yaptıktan sonra, daha bebeği kucağıma alamadan, öldüm. Sonunda, her şey doktorun korktuğu gibi sonlandı.
Bilincim kaybolmaya başladığında, görüş alanımın gittikçe daralan bir köşesinde, muhafızımın altın rengi saçlarını gördüğümü hissettim, fakat bu bir yanılsama da olabilirdi. Ben daha fark etmeden, beni koruma sorumluluğunu üstlenen kişi değiştirilmişti. Son anlarımda, yanımda kimse kalmamıştı.
Soleil, kız kardeşimle ilgileniyordu, bebeğin doğduğu gün bile karısına destek olmak için geri dönmedi. Bir hayal olarak bile, Soleil yanıma gelmedi.
Yalnızım.
Üzgünüm.
Yalnız ölmekten korktuğunu söyleyen Silvia’nın yanında, Soleil duruyordu.
Korkuyorum, ben de, umutsuzca korkuyordum.
Artık yeter. Bir daha böyle duygular hissetmek istemiyorum. Bir daha doğmak, asla böyle bir şeyi yaşamak istemiyorum.
Böyle bir dünyada, ben kesinlikle hayatta olmamalıyım.
***
Çeviri: Kömbe