Despot Prens'in Öğretmeni Olacağım! - 1.Bölüm
Denizi çevreleyen imparatorluk, Delen Zion, Tanrı’nın kutsadığı ülke olarak bilinirdi.
Kuraklık sonrasında bile ülke hızlıca tekrardan bereketli topraklara dönüşmüş ve doğal afetler baş gösterdiğinde bile ülke hiçbir şey olmamış gibi hızlıca barışa kavuşmuştu. Tanrı tarafından kutsanmış bir imparatorluk denilebilirdi.
Güneş [İmparator Hazretleri], bu kutsanmış imparatorlukta hüküm süren Vierno II, en önemli şahıs olmasının yanı sıra güzel bir şeye de sahipti.
İmparatorluğunu güzel bir yer yapmak istemişti. Çeşit çeşit renkleri ışıltılarını sonuna kadar gösteriyordu. İşte bu, imparatorun aradığı güzellikti.
Delen Zion’un güzelliğini deneyimleyen insanlar “Delen Zion’un güzelliğini görenler bu olağanüstü manzara yüzünden kör olabilir.” diyordu.
Ama imparator tatmin olmamıştı. Daha fazla güzelliğin ülkesini renklendirebilmesini istedi.
Ülke güzelliğiyle boğulurken İmparator tarafından, güzel ve görkemli sarayda bir İmparatorluk Sergisi açıldı.
Özenle üretilmiş mücevherler, muhteşem resimler ve hatta heykeller, hiçbir aksilik olmadan İmparatorluk Sarayı’nı doldurdu.
“Gerçekten çok güzel!” İmparator, sergiye katılan sanatçıları tatmin edici bir kahkaha ile övdü. Aniden gözleri, onu hafifçe iğrendiren bir şeye takıldı.
“Bu da ne?” Camdan bir fanusun içine yerleştirilmiş kıpkırmızı gülü işaret etti ve “Bunu kim getirdi?” diye sordu İmparator.
Siyah pelerin giymiş bir adam kalabalığın içinde yerinden kalktı.
“Ben getirdim, majesteleri.” diye cevap verdi. İmparatorlukta asla bulunamayacak, çok nadir ve güzel mor gözlere sahipti.
“Tek hazırladığın bu mu yani?”
“Evet, majesteleri.”
“Gerçekten gülün, İmparatorluğun saygınlığını kutlamaya ve konumuna paha biçmeye uygun olduğunu mu düşündün?”
Sonrasında adam “Beğenmediniz mi?” diye sordu.
“Böyle söylemek yaygın mı? Bu sadece işe yaramaz bir gül!”
“Benim için oldukça değerliydi. Majestelerinin de seveceğini düşünmüştüm-“
İmparator, adamın sözünü keserek kafasını iki yana salladı. “Bu adamı buradan çıkarın ve şu önemsiz gülü atın!” İmparator Şövalyeleri, adamın yanına gelerek onu ziyafet salonundan dışarı sürüklediler.
“Bekleyin.” diyerek İmparator onları durdurdu.
“Gözlerin açık renkli, parıltılı ve ayrıca nadir.” dedi.
“Gözlerini çıkarın. Onları saklayacağım.”
Sonra, şövalyeler bunu bekliyormuşçasına kılıçlarını çektiler. Şövalye tam adamın başlığını çıkaracağı sırada—
[GÜM, ÇATIRT!]
yabancının getirdiği cam fanus kırıldı. Yere düşen gül, hızlıca soldu ve griye dönüştü.
“Seni aptal.” dedi adam.
“Bir adım öteni göremeyecek kadar güzellik tarafından kör edildin.” Adamın sesi, ziyafet salonunu doldurarak yankılandı.
“Çok geçmeden, siyah beyaz bir dünyaya hapsolmuş biri ortaya çıkacak ve dünyanı kana bulayacak. Dünyanın yıkıldığını kendi gözlerinle göreceksin.”
Adam kehanetini dile getirdikten sonra aniden yok oldu ve ardında tek bıraktığı küle dönmüş güldü.
Ziyafet salonundaki insanlar kehanetten korkmuşlardı, ama İmparator güldü.
Güzel şeyler asla değişmezdi.
Ve aynı yılın kışında, adamın ortaya çıkıp kehanetini belirtmesinden sonra, 8. Prens Reynsis doğdu. Prens Reynsis’in güzelliği benzersizdi, her hazine onun önünde rengini kaybederdi.
“Reynsis, yerime geçecek kişi ve tahtın gerçek varisi!”
İmparator, güzel Prens Reynsis’i varisi olarak yetiştirmeyi istemişti ve onun bir sonraki yönetici olarak tahta oturmaya en münasip kişi olduğunu düşünüyordu. Fakat ne yazık ki Prensin uygun olmadığından bihaberdi.
“Bu renk gri, bu siyah ve bu ise beyaz.”
“Peki ya bu..?”
“Senin gözlerin siyah.” İmparatoriçenin mavi gözleri şiddetle titredi.
❝Siyah beyaz bir dünyaya hapsolmuş biri ortaya çıkacak ve dünyanı kana bulacayak.❞
Tüm hizmetçiler kehaneti hatırladıklarında korkmuşlardı.
“Tanrı kızgındı!” diye haykırdılar. “Küçük çocuk bunu hak edecek ne yaptı?” Feryatları Prens Reynsis’in Sarayının her yerinde duyulmuştu.
“Neyin var senin? Bu prens imparatorluğu mahvedecek!”
Herkes dehşet içindeyken İmparator, her nasılsa kehanetin gerçekleşmesini önleyecek çok aptalca bir fikir sundu.
“Ona resim yapmayı öğretin. Güzelce resmetmeyi öğrenirse gözleri düzelir. Ona öğretebilene büyük bir ödül bahşedeceğim.”
‘Bizi öldürecek prens. İmparatorluğu mahvedecek prens.’
Prens hakkındaki söylentiler İmparatorlukta iyice yayıldı. Sonunda, Prens Reynsis 8 yaşına bastığında, İmparator onu sarayından attı. Reynsis’in annesi İmparatoriçe de kraliyet ailesine leke sürdüğü gerekçesiyle atıldı.
“Reyn, zavallı oğlum. Lütfen hayatta kal. Sessizce, nefesini tutarak yaşamak zorundasın. Büyüyüp asla dedikleri gibi olmamalısın. Hayatta kalmalı ve annene bakmalısın. Anladın mı?” dedi imparatoriçe Reynsis’i kucaklarken. Yanaklarından yaşlar süzüldü.
Siyah alev Reynsis’in kalbini doldoldurdu.
***
“Rengi görüyor musun?” İmparator Prensi sıkça ziyaret edip onu azarlıyordu.
“Bana cevap ver de babanın onuru kırılmasın artık!” İmparator aptallığı bırakamıyordu. En güzel Prensin tahta çıkacağını ummuştu, İmparatorluğu yıkacağını değil.
“Kehanet ne zaman gerçekleşecek bilmiyoruz.”
Birçok ressam ona resim yapmayı öğretirken korkudan titriyordu ama Reynsis 15 yaşına bastığında birbiri ardına garip şeyler yaşandı. Reynsis’e ders veren ressamlar, herhangi bir neden olmaksızın acı çekmeye başlamışlardı. Sanki planlanmış bir şeymişçesine gözlerinde ve ellerindeki acıyla ağlayıp sızlandılar.
Fakat hepsi birer yalandı. Uydurdukları yalanlar, Reynsis’e öğretmekten kaçınmak içindi ve gördüğü eğitim git gide azaldı.
Ressamlar artık Reynsis’e ders veremeyeceklerini beyan ettiler. Sonunda İmparator doğrudan başvurmuş olan tanınmamış bir ressamı çağırdı.
Tanınmamış ressam onu sıkı bir şekilde eğitti. “İyi iş, Ekselansları. Böyle devam ederseniz bir gün kesinlikle renkleri göreceksiniz!” Ressam onu cesaretlendirirken Reynsis hiçbir şey söylemiyordu.
Tek bir amacı vardı, kaleyi terk edip annesini yeniden görmek. Ama bazı dilekler yerine getirilemezdi.
18’inci doğum gününde, annesi İmparatoriçe öldü. Tıpkı yay germiş biri gibi sinirleri de iyice gerilmişti.
Reynsis sonunda kılıcını kaldırdı, öldürdüğü ilk kişi tanınmamış ressamdı. “Çok çabalarsan renkleri göreceksin, ha?”
Reynsis, asıl rengi bilinmeyen gri gözbebeğine kırmızı kan sıçrarken sırıttı. Gülümsedi, sanki tüm kızgınlığı ve intikam hırsı onu ele geçiriyormuş gibi.
İnce gözlerini kapadı.
Kılıcıyla İmparatorluk sarayını kırmızıya boyamıştı. Ardından kılıcının ucu, İmparatora döndü. “Re-Reynsis..?”
İmparator, oğlunun büyümesini izlerken ürpermişti. Onun İmparatoriçe’nin ölümünü duymuş olduğunu düşündü.
İmparator, kanlı trajediden önce ziyafet salonuna sıralanmış eserlerinin güzelliğini seyrediyordu.
“Ne yapıyorsun?!”
“Nasıl desem ki baba, bu görebildiğim bir diğer renk.” Reynsis kılıcını yukarıya kaldırdı. “En sonunda kehanetin dediği gibi oldum.”
İmparatorun ağzından ince bir inilti çıktı ve kan fışkırdı. “Şimdi tatmin oldun mu?”
Sonunda, muhteşem ve baş döndürücü derecede güzel İmparatorluk Sarayı kırmızı kanla dolmuştu.
İmparator korkuyla titremişti çünkü kehanetin gerçek olduğunu hiç bilmemişti. Reynsis’in dünyası hâla siyah beyaz olsa da, İmparatorluk artık güzel değildi.
[Gül ve Canavar]
***
‘Evet, o zaman gerçekten de en rahatlatıcı sahnenin bu olduğunu düşünmüştüm.’
Kadın, dudağını ısırdı ve kapının üzerindeki eline gücünü verdi.
[TIK TIK!]
Kapıdaki tıklama sesi şiddetlendi. “Kendine gel, Primabel!” ağlamaklı sesi onu dehşete düşürmüştü,
‘O sadece bir çocuk!’
Kadın, Primabel dudağını sertçe ısırdı. Onun, Gül ve Canavar’ın yazarının, bu yardımcı karakterin vücuduna geçeceği kimin aklına gelirdi ki?
“Uh, burada öyle biri yok!” diye bağırdı Primabel, ve romanda yazdığı son kısmı düşündü.
[…O zamana kadar, Reynsis farkında değildi. İmparator olarak taç giydiği gün, siyah-beyaz İmparatorluğun var olduğu gündü. İfadesiz bir yüzle ailesini katleden zalim hükümdarı, Halkın korkusu alkışladı.
Hüküm sürmeye başladığı anda, o ortaya çıktı. Ve o günden sonra dünyası değişti. İlk karşılaşmalarında bir şey Reynsis’in kalbini çarptırmıştı. Kalbi…]
Yazdıktan sonra hatırladığı en son şey sonraki bölümü düşünürken uykuya daldığıydı. Ve uyandıktan sonra, buradaydı.
Baş kahraman, doğumundan önce yapılan kehanetler yüzünden dünyaya sadece kızgınlık ve nefret besleyerek büyür. Duygularının esiri olup dünyayı çökertir ve İmpratorluktaki en yüksek pozisyona yükselir.
Ardından kadın karakterle tanışır, kaderlerini belirleyen kurtarıcımızla. Genelde saf ve içten aşkta olduğu gibi, onunla karşılaşır karşılaşmaz tüm renkleri görür.
Romanın ana içeriği, Reynsis’in kız sayesinde duyguları tanıyarak dünyanın renklerini birer birer öğrenmesiydi.
Ne kadar da romantik.
Primabel bir gün aklına aniden gelen bu içeriği hızlıca yazıya dökmüştü. Gözlerinin önünde görünüyormuş gibi gerçekti.
Yazdıktan sonra, masalın Güzel ve Çirkin’e bir açıdan benzer olduğunu gördü ve Güzel ve Çirkin’den esinlenerek “Gül ve Canavar” adlı bir roman yazdı.
‘Ne kadar yoğun şeyler yazmış olursam olayım, şu an romanın içindeyim!’
Problem, ana karakterin öyküsünü bile tamamlamadan romana girmiş olmasıydı.
Koyu saçlı ve abanoz kırmızısı gözlü güzel bir kadın. Ama bu kadardı; ne isim ne yaş, hiçbiri belli değildi.
Başka bir deyişle, diğer romanlardaki gibi çabucak ana karakterlerle tanışmak için olayları hızlandıramayacağı anlamına geliyordu.
Ayrıca şuan, şimdiki bedeniyle İmparatorluk Sarayı’na sürüklenmiş olduğu zamandı.
Primabel, odanın köşesindeki para yığınına gücenmiş gözlerle baktı. ‘Ne tür bir iş yaptın ki? Hey, deli misin sen?’
Yazar olduğunu unutan Primabel, kendini sorumlu hissetti. “Bunu yapmaya devam etmek çok zor!”
Biri eski püskü kapının ardından bağırdı. “Hatanız var! Bu aradığınız ev değil!”
“Ona adını sorduğumda öyleydi, Primabel burada yaşıyordu.”
(Çn: Artık “Primabel” yerine “ben” diyeceğim.)
Uyandığımda çoktan buradaydım ve o sırada kapıda bir tıklatma sesi duydum. İngilizceyi de kim olduğumu da bilmiyordum ve açık kapıdan bir adam seslenmeye başlamıştı.
Siyah gözler ve kırmızı saç.
“Primabel!”
Kim? Ben? Primabel mi?
Kendimi aynada, siyah gözlerle ve kırmızı saçla görebiliyordum. İlk bakışta kafamı salladım çünkü tarife uygun görünüyordum.
“Majesteleri adına sizi almaya geldim.”
“Yani?”
“…Bugünden itibaren Prens Reynsis’in resim eğitimini üstleneceğinizden dolayı.”
İçimden ‘Neden başından söylemedin ki! Öyle olsa bile, bu kadar hızlı olmamalıydı!’ diye bağırdım.
“Bilmiyordum! Bir ressam olduğumu bilmiyordum!”
“Ne diyorsun sen? Hemen çık dışarı!”
“Oh, ben o kişi değilim!” Bağırdığımda, derin bir soluk sesi duyuldu. Görünüşe göre bir değil birkaç kişi vardı.
“Kabalığım için beni affedin.” Aynı anda kısık bir ses duydum.
GÜM! Kapı kırılmıştı.
“Hiks!”
Korkmuştum ve farkında olmaksızın bir adım geriledim.
Ardından kapı tamamen kırıldı ve İmparator Şövalyeleri odama daldı.
“Bu, bu da ne… Oh, bunu nerede yaptığımın önemi yok!” diye bağırdım, ama Şövalye beni umursamadan kollarımı kavradı.
“Bırakın beni! Ben o kişi değilim!”
“O zaman adın ne?”
“……”
Sessiz kalınca sanki şövalyeler biliyormuş gibi ifadesiz bir yüzle konuştu.
“Primabel, sana eşlik etmek için buradayım. Hadi birlikte saraya gidelim.” Bir şövalye kabaca kollarımı yakaladı.
‘Hayır, ölmek istemiyorum!’
Ne kadar denersem deneyeyim faydasızdı. Muazzam büyüklükte bir güçle, çaresizce dışarı sürüklendim.
***
Çeviri: Nora